24 Mayıs 2016 Salı

NOSTALJİ DENİLEN ŞEY KOCA BİR YALAN

Hepimizin zaman zaman hatıraları depreşir ve “Ahh eski İzmir!” ya da “Ahh yazlık sinemalar” diye bu eskiye özlemimizi dile getiririz.

“Nerede o eski komşuluklar, karşılıklı misafirliğe gitmeler, artık apartmanda birbirimizi bile tanımıyoruz”, “Ahh o eski bayramlar artık dadı tuzu yok.” En çok söylenegelen klişelerdendir.

Geçen gün düşündüm eskiden her şey daha mı güzeldi? Tahtakurulu evler, gazyağı kokulu hijyenden yoksul bakkallar, taşan lağımlar, kesilen elektrikler, bulunmayan yağ, şeker gibi temel ihtiyaç maddeleri, siyah-beyaz ve tek kanallı televizyonlar? Bunları mı özlüyoruz? Hiç sanmıyorum, bu gün geriye dönme imkânı olsa o zamanda bir aydan fazla kalabileceğimizi sanmıyorum. Zira özlediğimiz bunlar değil.

Günümüzde yazlık sinemaların birebir örneği yapılsa, içine yine o rahatsız sandalyeler ve üzerine de film bittiğinde havaya fırlatabilmemiz için içi süngerli basma şilteler konsa, gazozcu anahtarla şişelere vurup çın çın çın gazozunu satsa, kaçımız klimalı evimizdeki DVD’nin ve LCD TV’mizin konforundan vazgeçip de yazlık sinemaya gideceğiz? Gitsek bile çocukluğumuzdaki o zevki alabilecek miyiz? Hiç sanmıyorum.

Yoksa eskiden o özendiklerimizi şimdi de yapmamıza hiçbir engel yok. Terli terli ağzını musluğa dayayarak su içmeni kim engelliyor? Kaçınız evinizdeki rahatı bırakıp da sevdiklerinize misafirliğe gidiyor, ya da misafir kabul ediyorsunuz? “Komşuluk ölmüş” peki siz iyi komşu vasıflarının hepsini taşıyor musunuz? Misafirperver misiniz?

Siyah Beyaz TV yılları diyorsunuz, kapat televizyonunun renk ayarlarını siyah beyaz izle kim tutuyor seni? Al tabletini eline git sevgilinle bir plajda beraber film izle, çok istiyorsan şişeden gazoz iç. Olur mu? Evde yattığın yerden izlemek varken.

Arada sigortaları indir karanlıkta kal. Mum yak mum ışığında otur, duvarda elinle gölge oyunları yap. Kim engel oluyor? Uydu’dan, İnternet'ten, cep telefonundan vazgeçebilecek misin? Cep telefonunu kapat ve bir hafta açma bakayım.

Bunların hepsi bahane. Özlediğimiz eskiler değil. Özlediğimiz gençliğimiz, kaybettiğimiz masumiyetimiz. Kendimizi özlüyoruz.


15 Ocak 2013 Salı

Unutulmayan Tınılar


The Road To Babylon (1976) - Manfred Mann's Earth Band




Jerusalem - Emerson, Lake & Palmer



Hide in Your Shell, Roger Hodgson (writer and composer)




The Logical Song (Supertramp) written and composed by Roger Hodgson




The Wall - Pink Floyd  (Official Video) 



Time - Pink Floyd



Children's Crusade - Sting 1985






Honesty - Billy Joel   




18 Aralık 2012 Salı

Drakula İstanbul'da (1953) Sinema


Bu yazıda size, ilginizi çekebileceğini umduğum bir filmi tanıtacağım. Filmin adı “Drakula İstanbul’da.” Yönetmenliğini Mehmet Muhtar'ın üstlendiği 1953 tarihli bu korku filmi, Türkiye’de ve Dünya’da birçok açıdan ilklere sahiptir. Filmin senaryosu; Bram Stoker'ın “Kazıklı Voyvoda” romanından Ali Rıza Seyfi tarafından uyarlanmıştır. Filme çok küçük ve kısıtlı bir bütçe ayrılmasına rağmen 1953 teknolojisine göre oldukça ustaca çekilmiştir.

Bu filmi dünya sinemasında önemli yapan ise: Drakula rolünü üstlenen usta oyuncu Atıf Kaptan’ın dünya sinemasında uzun ve keskin köpek dişleri gözüken ilk vampir olmasıdır. Dünyada daha önce çevrilmiş olan vampir filmlerinde vampirlerin sivri köpek dişleri bulunmamaktaydı, ancak bu filmden sonra Hollywood sineması vampirlere köpek dişi takmayı akıl edebilmiştir.

Değeri çok sonraları anlaşılan bu eser, ABD’de düzenlenen korku filmleri festivalinde ayakta alkışlanmıştır. Ayrıca film, orijinal romanı bire bir taklit etmek yerine özgün bir yorumla sinemaya aktarıldığından diğer vampir filmlerine göre ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştur.

Film görsel efektleriyle olmasa da, muhteşem dış çekimleri ve 1953 İstanbul şehir manzaralarıyla bu açığını kapatmaktadır.

Filmin konusunun baş kısmını biraz özetleyeyim. (Açık renkle yazılan kısım spoiler içerir)

Filmin başkahramanı olan Azmi (Bülent Oran), İstanbul’da yaşayan bir avukattır. Romanya’da yaşamakta olan Drakula isimli şahsın avukatlığını üstlenen Azmi, bunun için tren ile Romanya’ya gider. (Henüz Drakula'nın vampir olduğunu bilmemektedir)

Trenden iner inmez Romanya’da önceden kendisine Drakula tarafından yer ayırtılan Bistriç Oteli'ne giden Azmi, orada Drakula’dan bir mektup alır. Mektupta, Azmi'ye kendisini şatosuna götürecek olan arabanın buluşma yeri ve saati (gece yarısı 02:00) tarif etmiştir. Ancak başta otel sahibi karı-koca olmak üzere, kasabadaki hiç kimse, Drakula’nın arazisine gitmek istememektedir. Ayrıca herkes ısrarla Drakula hakkında konuşmaktan kaçınmaktadır. Bu durum Azmi’yi kuşkulandırmaktadır.

Otel sahibi adam bir şoför bulmak üzere dışarı çıkar. Bu arada kocasının uzaklaşmasını fırsat bilen kadın, bu günün 14 Aralık olduğunu ve bu gece saat 12'de bütün uğursuz mahluklar, kötü ruhların ve hortlakların serbest kalacağını söyler, işte bu yüzden kimsenin Drakula’nın arazisine girmek istemediğini, burada kötü mahlûkların ve ruhların cirit attığını, hatta oğlunun da geçen sene söz dinlemeyip burada öldürüldüğünden bahseder. Bu sırada kadının kocası yanında şoför ile döner. Yüksek bir ücret ve bahşiş ile kasabanın tek otomobil sahibi olan bir şoför, Azmi’yi buluşma yerine kadar götürmeyi kabul eder. Azmi'yi şatonun yakınlarında bir yer olan buluşma yerine götürüp hemen geri döner.

Azmi'yi buradan bir at arabasıyla Drakula'nın uşağı alır. Drakula'nın şatosuna varıldığında kapıyı bizzat Kont Drakula (Atıf Kaptan) açar. Azmiyi içeri davet eder ve saatin geç olduğunu şatoda şu an hiç bir yardımcısının bulunmadığını bu yüzden kendisine bizzat yardımcı olacağını söyler, üzerini değiştirip rahat bir şeyler giydikten sonra sonra yemeğe inmesi ister.

Azmi yemek salonuna indiğinde Drakula onu salonda beklemektedir kendisinin yemekte Azmi’ye refakat edemeyeceğini, çünkü daha önceden yemeğini yediğini söyler. Azmi Drakula'ya kasabadaki insanların neden bu araziye gelmek istemediklerini sorar. Drakula kendisinin III. Vlad (Kazıklı Voyvoda) soyundan geldiğini, bu yüzden de halkın kendisini, atası olan III. Vlad gibi zalim sandığını söyler. Ancak kendisi hakkında çok yanıldıklarını ve bunu kendisinin de göreceğini ifade eder.

Drakula İstanbul’da kendisine birkaç köşk almak istemektedir ve bununla ilgili hukuki işlemlerin Avukat Azmi tarafından yapılmasını talep etmektedir. Bu arada Romanya’da posta hizmetlerinin çok kötü olduğunu mektupların normalden 10 gün kadar gecikmeli gittiğini bu yüzden Azmi’ye İstanbul’daki ailesine geçmiş tarihli üç mektup atmasını söyler. Azmi bu durumdan şüphelenir.

Daha sonra Drakula ile konuştuğu bir sırada yanlışlıkla eline kalemi batar ve eli kanamaya başlar bunu gören Kont Drakula Azmi'nin kanını içmemek için kendisini zorlukla tutar.

Kont Drakula, Azmi’ye kendisinin gün boyunca şatoda olamayacağını (çünkü Azmi bunu henüz bilmese de, Drakula vampir olduğu için gündüzleri tabut içinde uyumaktadır) ertesi akşam görüşeceklerini söyler, şatoda rahatına bakmasını söyler.

Azmi şatonun içinde ufak bir keşfe çıkar ve koridorlarda dolaşmaktadır. Ancak kendi odası dışındaki bütün kapılar kilitlidir. Kilitli kapıları açmaya çalışır ancak başaramaz. Aşağı kata indiğinde orada Drakula'nın uşağına rastlar, uşak Azmi’ye kilitli kapıları açmaya çalışmasının doğru bir davranış olmadığını söyler. Ayrıca koridorlarda yada şatonun başka bir yerinde üzerine uyku çöktüğünde kesinlikle odasına dönmesi gerektiğini, odası ve kütüphane dışında bir yerde uyuya kalmamasını, zira yanlış yerde uyuyanların korkulu rüyalar görebileceğini sıkı sıkı tembih eder ve Azmi'ye kütüphanenin anahtarını verir.

Azmi kütüphanede bir Türk profesörü Doktor Naci Eren'in yazdığı Batıl itikatlar, hortlaklar, vampirler ile ilgili Türkçe bir kitap bulur, kitap vampirlerden, güçlerinden ve biçim değiştirme özelliklerinden bahsetmektedir, ancak vampirlerin nasıl öldürüleceği ile ilgili kısımlar kitaptan kopartılmıştır. Bu garip olaylar Azmi'yi iyice kuşkulandırmaktadır.


Bunun üzerine Azmi, Drakula'nın olmadığı vakit  şatonun gizli kısımlarını araştırmaya başlar ve bir mekanizma ile açılan gizli bir oda bulur.

Filimde heyecan ve sırlı olaylar bundan sonra başlamaktadır. Ancak ben anlatımı burada kesip, size filmin linkini veriyorum. 103 dakika uzunluğunda olan ve Türk sinema klasiklerden sayılan bu filmi aşağıdaki pencereye tıklayıp izleyebilirsiniz.


Film elbette ki günümüz Hollywood sinemasının teknolojisi ve görüntü efektleri ile boy ölçüşemez ancak yine de bundan 60 yıl öncesinin teknolojisiyle, sinemamızın kendi imkânlarıyla çevirdiği güzel bir film ve uyarlamadır. Özellikle 1950-1970 yılları arasında Yeşilçam’da iki tür film çevrilmekteydi bunlar melodram ve komedi filmleriydi. Drakula İstanbul’da filmi korku tarzı filmlerle Türk Sineması’na bir yenilik getirmiştir. 

Film’de kullanılan Türkçe’de zaman zaman dönemin unsurlarına rastlanmaktadır. Örneğin “Sayın Profesör bu hususta bizi tenvir ederseniz seviniriz” (Sayın Profesör bu konuda bizi aydınlatırsanız seviniriz) gibi.

Film’in Künyesi

Yönetmen
Mehmet Muhtar
Yapımcı
Turgut Demirağ
Senarist
Ümit Deniz, Ali Rıza Seyfi, Bram Stoker (roman)


Oyuncular
Atıf Kaptan
Kont Drakula
Annie Ball
Güzin Arsoy
Bülent Oran
Azmi
Ayfer Feray
Şadan
Cahit Irgat
Turan
Osman Alyanak
Doktor Resuhi Bey
Ahmet Danyal Topatan
Mezarlık Bekçisi


Müzik
Turgut Demirdağ (fon müziği), Karlo Kopocelli (orkestra şefi)
Görüntü yönetmeni, Kurgu
Özen Sermet
Stüdyo
And Film, Erman Film (dublajlama)
Cinsi /Türü
Sinema Filmi / Korku
Yapım Yılı
1953 Türkiye
Vizyona Giriş
4 Mart 1953
Süre / Dil
103 Dakika / Türkçe
Diğer Adları
Dracula in Istanbul

Filmden bazı sahneler



Umarım hoşunuza gider,
Misharo

13 Aralık 2012 Perşembe

Sisifos (Σίσυφος)



Bir ölümlü olan Sisifos (Σίσυφος); Tanrılara her seferinde kafa tutmaktan geri durmamış akıl ve kurnazlığıyla onlara canlarından bezdirmişti. Ölümsüz Homeros (Όμηρος) bile Odiseus adlı destanında ondan gururla söz etmektedir.

Korintos kentinin kurucusu ve ilk kralı olan Sisifos, şehirde iki liman kurmuş ve bu limanlardaki güçlü ve büyük gemi filosuyla krallığını Akdeniz’in zengin krallıklarından biri haline getirmişti. Ülkenin zenginliği gibi, Sisifos’un aklı ve kurnazlığı da dilden dile dolaşmaktaydı.

Bu söylencelerin birinde, zamanında Attika’da yaşayan Autolikos (Αυτόλυκος) isminde adında, bir sığır hırsızı bulunmaktaydı, bu pervasız hırsız, kralların bile sürülerini çalmakla nam salmıştı. Bir gün bu hırsız Kral Sisifos’un da sürülerini çalar. Ancak Sisifos tedbirli ve zeki bir kral olduğundan hayvanlarının tırnaklarına önceden kızgın demir ile kendi ismini yazmıştı. Böylelikle hem hırsızı yakaladı, hem de sürüsünü geri aldı.

Tüm bunlar olurken hırsız Autolikos’un kızı Attika kralı Leartes’le evlenme arifesindeydi, Sisifos bundan bir gün önce gelinin kalbini çelerek gerdeğe girdi. Bir çocukları oldu ve çocuğa Odiseus adını verdiler. Odiseus’un büyüdüğünde zorlamayla da olsa Troya savaşına katıldı ve tıpkı babası gibi kurnazca bir buluşla şehrin ele geçirilmesi için büyük tahta bir at yapılması ve içine asker doldurulması fikrini ortaya attı. Savaş sonrası onun bu hikayesi ve kurnazlığı tıpkı babasınınki gibi efsaneleşecektir.

Bir gün çapkınlığıyla nam salmış Yunan tanrısı Zeus, Irmak Tanrısı Asopos’un (Ασωπός) kızı Aygina’yı (Αυγινά) elde edebilmek amacıyla bir kartal görünümüne bürünür ve Aygina’yı kanatlarına alıp kaçırır bu sırada orada bulunan Sisifos olaya tanık olur. Irmak Tanrısı sinirli bir şekilde kızını ararken Sisifos ona Korintos’un kurak surlarında bir tatlı su kaynağı yaratması karşılığında, kızının yerini kendisine söyleyeceğini bildirir. Asopos bu koşulu kabul edilince de kızının Zeus tarafından kaçırıldığını söyler. Bunun üzerine Irmak Tanrısı iyice öfkelenir, kabarır, taşar bunun sonucu tüm tarımsal alanlar su altında kalır.

Zeus Sisifos’un bu gammazcılığına çok kızar ve Ölüm Tanrısı Thanatos’a (Θάνατος) onu zincire vurup bir mağaraya hapsetmesini emreder. Ama Sisifos o kadar kolay lokma değildir bir punduna getirip Ölüm Tanrısı’nı yakalar ve bu sefer Sisifos Ölüm Tanrısı’nı mağaraya bağlar. Thanatos'un mağaraya kapatılmasıyla artık insanlar ölmezler. Yer altındaki Öte Dünya Tanrısı Hades bundan şikâyetçi olup, durumu Zeus’a bildirir. Sisifos’un tanrılara böyle kafa tutması ve tüm bunlara rağmen ülkesini bolluk ve refah içerisinde yönetmesi Zeus’u iyice çıldırtır.

İlk iş olarak Sisifos tarafından mağaraya kapatılmış olan Ölüm Tanrısı Thanatos’u kurtarır. Sonra Sisifos’un canını alması ve ağır bir ceza ile cehenneme gönderilmesini buyurur. Ölüm Tanrısı Sisifos’u bulur. Sisifos, Thanatos’u görür görmez canını alacağını anlar ve kurnazca bir plan yapar. Hemen karısına ölünce kendisi için kesinlikle cenaze töreni yapmamasını söyler. Böylelikle Thanatos’un alel acele gelip canını aldığı bahanesiyle öbür dünyaya çırılçıplak vaziyette gider. Yer altı Tanrısı Hades’e karısının kendisini öbür dünyaya törensiz ve çırılçıplak gönderdiğini bunun utanç meselesi olduğunu söyler ve karısından bunun hesabını sormak için 1-2 gün dünyaya geri dönmesi gerektiğini yana yakına söyler. Bu konuda o kadar ısrarcı olur ki sonunda Hades’de dayanamaz ve Sisifos'u 1-2 günlüğüne yeryüzüne gönderir.

Ama Sisifos’un yeryüzünden ve karısından ayrılmaya hiç niyeti yoktur. Ancak tekrar yer altına götürülür ve bu sefer cezası da çok ağır olur. Buna göre Sisifos; Çok ağır bir kayayı yuvarlayarak bir dağın tepesine kadar ittirecektir ancak her seferinde dağın zirvesine geldiğinde bu devasa kaya elinden kaymakta ve en aşağı kadar tekrar yuvarlanmakta ve bu dağa çıkartma süreci tekrar başlamaktadır. Bu ceza sonsuza kadar sürecektir.

Odiseus kendi adını taşıyan destanında Sisifos’un kaderini şöyle dile getirir.

Sisifos’u gördüm işkenceler çekerken;
Yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı,
Ha bire itiyordu onu bir tepeye doğru
İşte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam,
Ama tam tepeye varmasına bir parmak kala,
Bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri,
Aşağılara yuvarlanıyordu,
Baş belası kaya,
O da yeniden itiyordu kayayı, tekmil kaslarını gere gere
Kopan toz toprak ha bire aşarken başının üstünden,
O da durmadan itiyordu kayayı, kan ter içinde.

Ünlü Fransız yazar Albert Camus; “Sisifos Efsanesi” adlı eserinde, bu isyankâr kahramanı “anlamsızlık” temasının bir simgesi olarak görür. Sonsuza kadar sürecek bu cezaya çarptırılmasına rağmen yine de mutlu olduğunu ifade eder. Çünkü Tanrılara meydan okumuştur ve bu yaptığının da bilincindedir
.
Aslında Sisifos; göstermiş olduğu bu inanılmaz dirençle bu anlamsız ve haksız cezayı bir gün mutlaka yeneceğini ümit ediyordu. Tıpkı haksız kaderinin bilincine varıp direnen bütün insanlar gibi.


14 Kasım 2012 Çarşamba

Lilith - לילית


Âdem ile Havva’yı hepimiz tanırız. Hemen her yaradılış efsanesinde farklı isimlerle de olsa bu iki kişi yani bir erkek ve bir dişi karşımıza çıkmaktadır. Anlatılara göre Havva yılanın kışkırtmasıyla yasak ağacın meyvesinden yemiş yemekle de kalmayıp Âdem’e de yedirip her ikisi de ölümlüye dönüşmüş ve cennetten kovulmuşlardır. 



Yahudi inancına göre ise Havva; Âdem’in ilk karısı değildir. Âdem’in Havva’dan önce Lilith adında bir karısı bulunmaktaydı. Her ne kadar Tevrat’ta bu ve bu isim açıkça belirtilmese de ufak tefek imalar bulunmaktadır.

Tevrat’ın Yaradılış 1:27 bölümünde “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.” Yazmaktadır buradan da anlaşıldığı üzere insan erkek ve kadın olarak eşzamanlı yaratılmıştır.

Oysa birkaç bölüm sonra Yaradılış 2:20-23 arasında “Âdem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. RAB Tanrı Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi. Âdem, - İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir - dedi, - Ona Kadın- denilecek, Çünkü o adamdan alındı - türemiştir.”

Görüldüğü üzere ilk kısımda “Erkek” ile “Kadın” eşzamanlı yaratılmışken, ikinci bölümde önce erkek yaratılıp, kadın onun kaburga kemiğinden türetilmektedir.

Buradan ve sözlü aktarımlardan yola çıkarak Âdem’in kaburgasından yaratılan kadına Havva olduğu birinci bölümde anlatılan ve Âdem’le birlikte ona eşit yaratılan dişi varlığın ise Lilith (לילית) olduğuna inanılır.

Söylenceye göre Lilith eşzamanlı olarak aynı topraktan yaratıldıkları için kendini Âdem’e eşit görüyor, onun sözünü dinlemiyor, Âdem ise bu şekilde bir kadın üstünlüğünü kabullenmek istemiyordu. (Bu tavrıyla belki de bilinen ilk feminist sıfatını almaya hak kazanmıştı) Tartışmalar birbirini izler ve Lilith Tanrı’nın ağza alınması bile yasak olan ismi telaffuz etme cüretini gösterir ve cennetten ayrılır, kötülerin tarafına geçer. Orada Samael isimli (Yahudiler bu ismi anmamak için sadece İbranice baş harflerini söylerler “Sameh Mem = ס"מ ) şeytanla ilişkiye girer ve ondan çocukları olur. Daha sonra Samael’den ayrılıp Asmodeus ile birlikte olmaya başlayacaktır.

Bu arada Âdem yalnız kalmaktan sıkılmış ve Lilith’in tekrar cennete alınması için Tanrı’ya yalvarmıştır. Tanrı “Senoy - סנוי”, “Sansenoy - סנסנוי” ve “Semangelof - סמנגלוף” isimli üç meleği Lilith’i geri getirmesi için gönderir. Ancak Lilith yaptığından pişman değildir ve kesinlikle geri dönmez.

Tanrı bu sefer Âdem’e, Âdem’in kendi kaburgasından bir parça alarak Havva’yı yaratır. Havva öz olarak Âdem’in bir parçası olduğundan ve ondan çıktığından ona dik başlılık yapamaz.

Bu arada Lilith insanlara ve insanoğullarına karşı intikam yeminleri etmektedir. Buna göre Lilith, geceleri 8 günlükten küçük her erkek çocuğu ve 20 günlükten küçük her kız çocuğunu öldüreceğine dair yemin etmiştir. Yine yeni doğum yapan hamile kadınların baş düşmanı olacaktır. Sadece yukarıda ismi geçen üç meleğin (“Senoy”, “Sansenoy” ve “Semangelof”) isimlerinin ya da şekillerinin çizildiği bir muska ya da tılsım çocuğun yanına asılırsa Lilith onlara dokunmayacağına dair yemin eder.
Üç koruyucu melek ve isimleri (8. yy)

Ayrıca Lilith rahat durmaz, erkekleri geceleri rüyalarında tahrik edecek ve onların tohumlarından şeytani varlıklar meydana getirecektir.

Lilith; Havva’nın yaratılmasından sonra yine Âdem ile Havva’nın peşini bırakmaz. Gerek Adem’e uykusunda musallat olur, gerekse Havva’yı kandırarak yasak meyveyi yemesini sağlar.

Yahudiler’in Sözlü Tevrat’ı ve onun yorumlarını içeren Talmud isimli kitabında Lilith’den bir gece şeytanı olarak bahsedilir. İnsanların uykularında rüyalarına girerek onları ayartır. Ayrıca Loğusa kadınların ve yeni doğmuş çocukların ezeli düşmanı kabul edilir. (Belki de eski çağlarda bebek ölüm oranının günümüze göre fazla olması ve kanamalardan dolayı loğusa kadınların hayatlarını kaybetmesi buna bağlanmaktaydı)

Bu gün bile Loğusa kadını ve bebeği gece evde yalnız bırakmamak âdeti köken olarak buna dayanmaktadır. Hata birçok geleneksel Yahudi ailesi, geceleri balkona çocuk bezi asmazlar (hoş artık tek kullanımlık bezler var) zira geceleri dolaşan Lilith’in bu çamaşırları görerek evde loğusa ve bebek olduğunu anlaması olasıdır. Bu yüzden birçok aile çocuklarının yatağına bu üç meleğin isimlerinin yazılı olduğu bir tılsım asarlar. 
Lilith'den korunmak üzere hazırlanmış üç koruyucu meleğin ismini içeren tılsım. (8. yüzyıl)

Yine bu meleklerin isimlerini ve şekillerini içeren kolyelerin çocukları Lilith’den koruduğuna inanılmış, yüzyıllar boyunca bu türden kolyeler kullanılagelmiştir.

Lilith efsanesi elbette ki Yahudiler’den çok daha önceleri Sümer ve Babil efsanelerinde de görülmektedir Sümer efsanelerinde adı Lilitu olan bu dişi şeytan kabartmalarda kanatlı olarak tasvir edilir ve yanında mutlaka baykuş bulunur. Mezopotamya’da Lilitu da tıpkı Yahudilerin Lilith’i gibi kadın ve çocuklara saldıran dişi şeytan olarak bilinir.
Sümer Lilitu Kabartması: MÖ. 1950

Ayrıca Mezopotamya’da Lilith’in kökeni olan dişi şeytan, Lilitu aynı zamanda da salgınlar, hastalıklar ve ölümden de sorumludur. Ancak Lilitular Lilit’den farklı olarak kendileri çocuk sahibi olamıyorlardı.
Lilitu

 Ancak yine Akad dişi şeytanı olan “Arad Lili” geceleri erkeklerin rüyalarına girip onlardan çocuk sahibi olabiliyorlardı. 

Yine Akad ifritlerinden olan Lamaştu, çocuk ölümlerinden sorumlu tutulurdu. Ayrıca Hamile kadınlarda uyku düzensizliklerine neden olmakta ve onların çocuklarını düşürmelerine neden olmaktadır.

Lamaştu


Lamaştu'dan korunmak için hazırlanmış Pazuzu tılsımı

Akadlılar zamanında Lamaştu'nun kötülüklerinden korunmak için bir takım tılsımlar kullanılmaktaydı. Bu tılsımlarda genellikle Pazuzu figürü kullanılırdı. (Yukarıdaki kabartma tılsımda Lamaştu'nun hemen arkasındaki bir kolu yukarıda bir kolu aşağıda duran ifrit)  Aslında yine kötü bir figür olan Pazuzu, kıtlıkları ve Lamaştu'nun kötülüklerine karşı insanları korurdu. Genellikle köpek veya aslan başlı, kartal pençeli, çift kanatlı, akrep kuyruklu ve her zaman bir kolu yukarıda bir kolu aşağıda olarak çizilirdi.
Pazuzu

Tüm bunlar tıbbın gelişmediği, mikropların, virüslerin bilinmediği yıllarda; doğal olarak da doğumlarda bebek ve anne ölümlerinin çokça olduğu yıllarda, o dönem insanların bebek ölümlerinin sebebinin bağlandığı karakterler miydi? 

Yada daha da önceki nesillerin efsanelerinden aktarılan karakterler mi? Bunun yorumunu okuyucuya bırakmak sanırım en iyisi.

Yazan: Misharo

11 Kasım 2012 Pazar

Korna Çalma Adabı


Ülkemizde görülen en kötü alışkanlıklardan biri de lüzumsuz korna çalma alışkanlığıdır. Kırmızı ışıkta duran bir araba, yeşil yandığında bir saniye duraksamaya görsün, hemen arkasındaki araçtaki acımasızca kornaya basar, hem de “Bii bip!” diye kısa değil, “Daaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaattt!” şeklinde delirtircesine. Bu da yetmiyormuş gibi, korna çalanın arkasındaki, hatta onun da arkasındaki kornalarına ara vermeksizin basmaya başlarlar. 

Hâlbuki 1-2 saniye beklense öndeki araç zaten gidecektir. Kornaya basanlar hiçbir zaman çevre evlerde oturanların gürültüden rahatsız olabileceğini, o evlerde hasta insanların olabileceğini ya da ders çalışmakta olan bir öğrencinin olabileceğini düşünmezler.

Oysa yine bu korna çalan kişilere, trafikte en ufak bir duraksama yaptıklarında başkaları korna çaldığında, kıyameti kopartırlar, ya da evlerinde otururken çevrede korna çalanlardan şikayet ederler. İşte bu bencilliğe verilebilecek en büyük örnektir.

Bir başka yanlış korna kullanımı ise arabayla apartmanın altına gelip 3. hatta 4. kattaki eşini dostunu aşağıdan korna çalarak çağırmaktır. Cep telefonu açmak, ya da arabadan inip zile basmak zor geldiğinden gece saat 02:00 hatta 03:00’de bile aşağıdan korna çalarak insan çağırmak, ilkel insanların tamtamla haberleşme alışkanlıklarının günümüze kadar gelmiş bir uzantısıdır. Hiç kuşku yok ki bu sadece ilkellik ve bencillik değil aynı zamanda da düşüncesizliktir.

Yurt dışında ise korna çalınmasına çok nadir rastlanır. Trafik tıkandığında arkadaki araçlar korna çalmak yerine torpido gözünden kitaplarını çıkartıp, trafik açılana kadar okumayı tercih ederler.
Böylece hem stresten uzak dururlar hem de boş kayıp zamanı kitap okuyarak değerlendirirler.

Yazan: Misharo

Bencillik


Maalesef bencil bir millet olduk. Sokakta, toplu taşım araçlarında, apartmanda, ben merkezli yaşıyoruz.

Topluk içinde yaşamak bir takım sorumluluklar ve kuralları beraberinde getirir. Bu kurallar insanların hayatlarını zora sokmak için değil, hayatlarını kolaylaştırmak için düzenlenmişlerdir. Eğer kuralları bu şekilde algılarsak onlara uymak eziyet değil, keyif olur.

Milletimizin (ufak bir kesimi tenzih ediyorum) en kötü alışkanlığı toplu taşım araçlarına binerken göze çarpar. Özellikle metrolarda “Önce inenlere yol veriniz” şeklinde bir anons olmasına rağmen (aslında böyle bir anons bile medeni bir kişi için hakarettir zira bunu belirtmeye zaten gerek yoktur) hemen içeriye doğru hücum ederler. Öyle ya “Lütfen önce inenlere izin verelim” sözü Türkçe’de “Kapılara hücum edip insanların inmesine kesinlikle izin vermeyin” anlamına gelmektedir. Bu bakımdan kapıda mutlaka bir arbede yaşanacaktır.

La Fontaine’in “İki inatçı keçi” masalındaki gibi eğer inenler inmeyi, binenler de binmeyi başarabilirse; 2. raund başlar. Çünkü geleneklerimizde bir taşıt aracına binildiğinde arkaya doğru ilerleme alışkanlığı yoktur. Bu bencil kişilere göre mutlaka kapı yanları tutulmalı, iniş ve binişlere olabildiğince engel olunmalıdır. İnsanların peronda kalması, ya da metroya binememiş olmasının zerre kadar önemi yoktur. Önemli olan kendisinin binmiş olmasıdır. Peronda kalanların işlerine geç kalmaları, ya da öğrencilerse derse geç kalmaları onların kendi problemleridir.

Oturanlar ise 4-5 yaşlarındaki çocuklarını yanlarındaki koltuğa konsolos gibi oturturlar, hatta çoğu zaman oturtmaz çamurlu ayakkabılarıyla koltuğa bastırtarak dışarıyı seyrettirirler. Ayakkabılarıyla evde koltuklara bassa annesinden bir araba sopa yiyecek çocuk, metroda ise annesinden adeta teşvik görür. 

İnilecek durağa gelindiğinde metroya binmek isteyenlerin taarruzu başlayacaktır, eğer ineceksiniz, atik davranıp, binmek için size hücum eden kalabalıkta bir gedik açmanız gerekir. Çünkü “Lütfen inenlere müsaade edin” sözü pratikte bir anlam ifade etmeyeceği gibi insanların size nefretle bakmalarına neden olacaktır. Olur da inmeyi başarırsanız, başka bir kuralsızlıkla tanışırsınız.

Merdiven!!! 

Ahmet Haşim Merdiven şiirinde “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” demiş. Milletimiz de edebiyata düşkünlüğünden(!) olsa gerek, bunu harfiyen uygularlar. Her konuda acelesi olan milletimiz, merdivenden inip çıkma konusunda hiç aceleci değildir. Özellikle merdiven çıkarken bir yandan da SMS yazmak suretiyle merdiveni bloke etme konusunda oldukça yeteneklidir. Kanımca “Aşkım ben metrodan şimdi indim, şimdi oraya doğru geliyorum” şeklindeki mesajların %90’ı merdivenlerde yazılmaktadır.

Medeni ülkelerde merdivenlerin sağından çıkılır ve sağından inilir, böylece trafik kolaylıkla akar ve insanlar birbirleriyle çarpışmazlar ama pratikte uygulaması olmayan bir kuraldır bu. Ülkemizde “Nerede boşluk bulursan orayı doldur” kuralı geçerli olduğundan (tek istisnası otobüslerdir) insanlar sağdan da iner soldan da.

Yürüyen merdivenlerdeyse tüm Dünya'da geçerli özel bir kural vardır. Bekleme her zaman sağda yapılır sol taraf boş bırakılır. Burası acelesi olanların yürüyerek çıkması içindir ancak bu kural da umursanmaz ve uyarıldığında “Acelesi olan taksiye binsin” şeklinde bencil ve küstahça cevap verilir.

Metrodan inip sokağa çıktığımızda bütün bu keşmekeşin burada bittiğine inanıyorsanız, bu ya bir rüyadır ya da siz  çok iyimsersinizdir. 

Yazan: Misharo